Antik çağda insanların kişiliğini ve görünümünü belirleyenin bedendeki 4 ana salgı olduğu düşünülürdü; kan, balgam, kara safra ve ak safra. Sağlıklı bir insanda bu salgıların dengede olması gerekirken, fazla olan salgıya bağlı olarak insanın kişiliği belirlenebilirdi. Örneğin, kanı fazla olan kişilerin mutlu ve iyimser, balgamı fazla olanların tembel ve cesaretsiz, ak safrası çok olanların intikamcı ve öfkeli, kara safrası fazla olanların ise depresif ve duygusal olduğu çağın hâkim görüşlerindendi. Bu nedenle Yunanca kara anlamına gelen melan- sözcük kökü ile safra anlamına gelen kholia’nın birleşiminden doğan melankoli sözcüğü bu hüzünlü kişilerin durumunu tarif etmek için kullanılırdı. Arapçada kara safra anlamına gelen sözcük ise bize daha tanıdık: sevdâ
Yani, sevdalanmak ve melankoli veya bugünkü deyişle depresyon arasındaki ilişki tam bir göbek bağıyla, iki sözcüğün de doğumlarına tarihleniyor. Ancak bu bağlantı 19. Yüzyılda Freud, Yas ve Melankoli’yi, yayınlayana ve kaybedilene karşı duyulan kuvvetli arzunun –biz ona sevdâ diyelim- melankoliye nasıl dönüştüğünü açıklayana kadar pek ilgi görmemişti. O’na göre yas ve melankoli, sevilen bir nesnenin kaybını içermesi bakımından birbirlerine çok benzemekteydi.
Yası genellikle ölümle birlikte düşünmeye alışık olsak da, romantik ilişkinin, işin, memleketin, değerli bir eşyanın, bir beden parçasının, bir evliliğin, bir küpenin, bir umudun veya eski bir kendiliğin kaybı da yasın nedeni olabilir.
Yas tutma ve kederlenme iç dünyamız ve gerçeklik arasında yeniden uyum sağlayabilmenin en sağlıklı yoludur. Bu uyum süreci elbette ıstıraplıdır ve ilk tepkimiz gerçekliğin, yokluğun, kaybın inkârıdır. Bu inkâr, şoku emerek, korkunç gerçeği yavaş yavaş sindirmemize yardımcı olan bir tampon işlevi görür.
Böylece zihnimizin bir kısmı gerçeği bilirken, diğer kısmı gerçeğe kör kalır: kaybedilenin cenazesi daha yeni uğurlanmışken, masaya kendisi için yanlışlıkla bir tabak daha konur, ayrılık yaşanmış eski sevgili yanlışlıkla aranır. Zihnimizde ayrılığı kabullenene kadar bir dizi hesaplaşma sürer. Bu kabullenme işi, gideni geri getirmek için giriştiğimiz pazarlıklarla, "geçmişte keşke yapsaydım/yapmasaydım" dediğimiz suçlanmalarla, gidene gittiği için duyduğumuz öfkeyle ve gidenle halleşmeye çalıştığımız düşlerle doludur.
"Terk edilmiş olmamız, bizi terk edenle ilgilenmekten vazgeçmemiz anlamına gelmez."
Kaybın kabulü, gidenle daha yeni bir ilişkinin düzenlenmesinin başlangıcıdır. Yas işi süresince ilişkinin bizim için ne anlama geldiğini, neyi yitirdiğimizi, ilişkinin içindeki iyi ve kötü öğeleri, düş kırıklıklarını, mutlulukları, konuşulmayanları yeniden gözden geçirir, bunları düşlerimizde yeniden oynarız. Bunu yaparken tekrar tekrar kaçınılmaz yalnızlığımızla ve özlemimizle yüzleşmek zorunda kalırız.[2] Devam edebilmek için önümüzdeki ödev, kaybımızı, anlamın heybesine koyup, kişisel öykümüzün bir parçası haline getirmek ve gidenle ayrışmaktır. Ancak kişi gidene yapışmayı seçtiğinde, Freud’un deyimiyle, libidonun yeni bir sevgi nesnesine aktarılması yerine kaybedilen sevgiliyle özdeşleşmesi durumunda, yas yerini melankoliye bırakır.
Melankoli: İçi boşalmış kendilik
Yas tutan için dünya yoksuzlaşmış, içi boşalmış, hayatın anlamı boşalmışken, melankolide yoksullaşan ve içi boşalan şey kendiliktir. Gidenle birlikte ona yapışmış “ben” de adeta yok olur. Benlik değeri aşırı derecede azalır, kendilik değersiz, aşağılık ve yetersiz hale gelir. Uyumak, yemek yemek, yaşamaya devam etmek anlamsızlaşır. Esasen gidene yönelik olan öfke ve suçlama, kişinin kendisine döner ve yaşamak süresiz bir ıstıraba döner. “Melankoli bir libido yitiminin yol açtığı yastır.” diyecektir Freud. Homeros ise yüzyıllar öncesinden, melankoliklerin bedenlerinin göğüs ve üst karın bölgesindeki organların, yani soluğun ve hayatın kaynağı olan bölgenin karardığını, bunun kişinin ifade edemediği öfke, korku ve üzüntüsünün bir sonucu olduğunu söylemiştir bile. Yakın zamana kadar Anadolu’da vereme yakalanmış, soluk almakta zorlanan,ciğerleri çürüyen, yorgun, iştahsız, isteksiz kişiler, sevdâya düşmüş melankoliklere benzetilerek, ince hastalıktan mustarip sayıldılar. Bizler ise bugün modern psikiyatride bu tabloya depresyon diyoruz.
Bazılarımız sağlıklı yaslarla kayıplarını onarırken, neden bazılarımız uzun uzadıya sevdâ’ya bulanır, zamanın deva olmadığı can çekiştiren bir ince hastalığa tutulur?
Sevdanın kara sevdaya diğer bir deyimle kara safraya dönüşmesi daha önceki kayıp deneyimlerimizle ve kaybedilen ilişkinin doğasıyla ilişkilidir. Bu anlamda kaybetme deneyimi ruhsal bir yaraya benzetilebilir. Doğal seyrinde yara kanar, kabuk bağlar, kabuk atar ve iyileşir. Yaradan kalan iz, sevdiğimizin zihnimizdeki temsilidir; ize dokununca artık can eskisi gibi yanmaz ama iz hatırasını canlı tutar. Elbette yaranın ne kadar hızla ve ne kadar iyileştiği, yaranın derinliğine ve nasıl yaralandığımıza bağlıdır. Enfeksiyonlu bir yaranın doğal seyrinde iyileşmesi mümkün olmaz. İyice temizlenip, içindeki yabancı maddelerin çıkarılması gerekir. Bunun gibi, içinde aşırı bağımlılık veya bitmemiş meseleler içeren ilişkileri de bırakmak kolay olmaz.
Ayrılıkla nasıl baş ettiğimiz veya edemediğimiz, aynı zamanda erken çocukluğumuzda temelleri atılan vazgeçme deneyimlerimizle ilgilidir. Doğumumuz ilk ayrılık ve vazgeçiş hikâyesidir. Hayata gelerek anne karnındaki sıcak ve güvenli evimizi bırakmak zorunda kalırız. Ardından bizi besleyen ve rahatlatan memeden, yürümeye başlayarak bakım verenin sıcak kucağından, büyüdükçe evin bildiğimiz alanından ve zamanla daha birçok şeyden vazgeçmemiz gerekir. Geçmişi geride bırakabilme becerimiz, bu yeni deneyimlere alışmaya çalışırken çevremizdekilerin ne kadar güven verici, teşvik edici ve destekleyici olduğu ile ilgilidir. Sağlıklı hesaplaşılmış kayıplar birbirinin üzerine merdiven misali inşa edildikçe, daha yükseğe çıkmaktan duyulan korku azalır. Diğer yandan merdiveninde, travmatik ve yarım kalmış yitimlerden oluşmuş çürük basamakları olanlar, yükseğe çıkmakta aynı cesareti gösteremezler. Yeni ilişkiler, yeni bağlılıklar kurmak, yeni duygusal yatırımlar yapmak bu kişiler için ölesiye korkutucudur. Bazen de kronikleşmiş yasların kederlerinden kafalarını kaldıramadıklarından bu yeni ilişkilerin varlığını fark edemezler bile.
Bu yazıyı yalnızca karalıktan, karanlıktan bahsedip bitirmek olmaz. İnsanın örselenmeye açıklığı ne kadar fazla ise, onarma ve dönüştürme becerisi de o kadar hayranlık uyandırıcıdır. Yine kulakları çınlasın, Homeros da demişti, dört ana salgı içinde sadece kara safranın insanı dönüştürme özelliği var diye. Yitimin anlamını ararken yeni zihinsel pencereler bulmak, yeni bir kendilikle karşılaşmak, şiire, müziğe, resme dönüşerek iyileşmek, melankolinin acı armağanı.
[1] Freud S (1917), Yas ve Melankoli, Telos Yayıncılık
[2] Volkan V, Zinth E (2010) Gidenin Ardından, OA Yayınları
Comentarios