top of page
Ara
Yazarın fotoğrafıÖzge Yüksel

Dürtme İçimdeki Nar/sisti...

Bu yazı Kampfplatz Ortak Kitabın 8. Cildinde bulunan "Bir Film, Üç Yorum" köşesindeki sinema yazımdan alıntılanmıştır (https://www.simurgkitabevi.com/kampfplatz-4-aylik-ortak-kitap-felsefe-bir-kavga-alanidir-kurtler-polis-devleti-sayi-8-cilt-3-subat-2015).

ÖZGE YÜKSEL 

Ümit Ünal’ın 2011 yapımı filmi Nar, esas olarak birbirinden ayrı dört karakterin bir evde karşılaşmalarını esas alır. Her ne kadar filmin tanıtımında ve yönetmenle yapılan röportajlarda birbirimize duyduğumuz güvenin parçalanması ve adalet duygumuzun kayboluşuna dair bir öykü olduğuna dair vurgular yapılsa da, belki en sonda söylenmesi gerekeni baştan söyleyerek, filmin – en azından bende - uyandırdığı hissin bu tema olmadığını belirtmem mümkün görünüyor. Filmin konu edindiğini iddia ettiği, ancak bütüncül bir bakıştan eksik kaldığı noktalara değinme sözü vererek, bu yazıda, hikayenin başat konusu olarak gördüğüm izlekleri; insan ruhsallığının narsisistik özü ve karakterler arasında bir döngü olarak değerlendirilebilecek aşağılama/aşağılanma-mağrurluk/mağdurluk temalarını Nurdan Gürbilek’in mağdur kahramanlar üzerine tespitleri2 ekseninde inceleyerek ele almaya çalışacağım. 


Psikanalitik bakış açısından, insanın narsisizmle imtihanı asıl olarak, diğer canlılara kıyasla, doğumundan itibaren tek başına hayatta kalabilmesini sağlayacak donanıma sahip olmamasından, kısaca eksik ve başkasına bağlı olmasından kaynaklanmaktadır. “İnsanoğlunun[...] içgüdülerini tatmine taşıyabilen, içinde yaşadığı çevreyle mütekabiliyet/denklik ilişkisine sahip, genetik olarak tayin edilmiş içsel yetkin egodan yoksun olması, kendine yetememesi ve dolayısıyla ötekine bağımlı olması onun ontolojik hakikatidir ve narsisizm meselesinin en derindeki teorik arka planıdır.”3 İnsan yavrusu bu ontolojik acizliği güç ve yeterlilik atfettiği nesnelere (ilk olarak onu besleyen memeye, daha sonraları onu seven, ilgi gösteren ötekilere) libidinal yatırımlarla kapatmaya çalışır. Ancak bu bağlılık  früstrasyona açık doğası nedeniymarazi bir ilişki doğurur; nesneler her zaman onun için orada olmayacak, her istediğinde doyuma ulaşamayacaktır. Bu früstrasyonların neden olduğu yetersizlik, eksiklik, kusurluluk ve değersizlik hislerinden kurtulmanın bir yolu, kişinin kendi kendine yetebiliyor oluşunu temsil eden büyüklenmeci ve kibirli savunmalara başvurmaktır. Böylece benliğin bütün arzularını başkasına gereksinimi olmadan karşılayabilecek tüm güçlü bir ego ideali fantezisi yaşantılanır. Kabaca betimlediğim bu durum her insanda içkin olarak bulunurken, en uç durumda, kendiliği bahsi geçen tüm güçlü savunmaların etrafında şekillenmiş kişiler için narsisistik kişilik bozukluğundan söz edilebilir. Özetle, insan aciziyetini yok etmek, tanrısal bir iktidar sahibi olmak, cenneti yaşamak ister. Bunu yapmasının yolu ise ego idealinin yansıtıldığı tüm nesneleri içe almak, onlarla bütünleşmek, böylece başkalarına bağlı olmadan kendi kendine yetebilmektir. Ancak nihayetinde sevgi ve güç atfettiğimiz nesnelere/başkalarına muhtacızdır ve bu yüzden Sartre’ın ifade ettiği gibi “başkaları cehennemdir”.  


“Başkalarının cehennemi” hâlihazırda insan olmanın ontolojisi gereği deneyimlediğimiz bir şey iken, ihtiyaç duyduğumuzu vermeyen, aşağılayan, küçümseyen hatta görmeyen ötekilerin varlığında ayyuka çıkar. Bilmek istemediğimiz kusurlu ve muhtaç benliğimizi hatırlatan temaslarda, aşağılanmanın acısını farklı yollarla, başkasına ihtiyaç duymayan bir kibirle, aşağılayana saldırarak, gücümüzün yettiğini aşağılayarak duyduğumuz tatminle ve ya benzer yollarla dindirmeye çalışırız. Örneğin Rochlin, saldırganlığa özdeğerimizi onarmak, değerimizi kendimize ve çevremize kabul ettirmek için başvurduğumuzu öne sürer. O’na göre “narsisizmin gaddarlığı bir insanlık şartı dır"4. Benzer şekilde Gürbilek de, “İnsanın kendini, insanın sevdiğini, insanın yapıtını başkalarından korumasının bir yolu, ona düşmanca ve ya kayıtsızlıkla yaklaşacağını düşündüğü başkalarını baştan değersizleştirmek, onları umursamıyormuş gibi davranmaktır.”5 diye ifade eder. Nar’ın dört kahramanı, Kapıcı Mustafa, Falcı Asuman, Oyuncu Adayı Deniz ve Doktor Esra arasında geçen temaslar bu farklı yolların bir panoramasını sunmakta ve farklı mağduriyetlere dair izler taşımaktadır. Bundan sonra bu izlek dahilinde karakterler arasındaki diyalogları, karakterler-olayların olay örgüsü içerisinde görünme sırasıyla ele almaya çalışacağım. 





İlk olarak kapı görevlisi Mustafa ve Deniz arasındaki diyaloğa göz atalım. Mustafa’nın siparişleri vermek için her gün olduğu gibi Deniz’in kapısını çaldığı sahneyi görürüz. Deniz, onun yüzüne bakmadan “Günaydın Mustafa, naber?” der. Bu cümleyi söyleyiş şeklinden aslında “lafın gelişi” bir soru olduğu, Deniz’in aslında Mustafa’nın hayatıyla çok da ilgilenmediği anlaşılmaktadır. Mustafa, Deniz’in siparişleri aldığı kısa süre içinde onunla sohbet etmek, karısının ve oğlunun memlekete gittiğini, kayınpederinin hasta olduğunu anlatmak ister ancak Deniz ilgilenmez ve kapıyı Mustafa’nın yüzüne kapatır. Deniz orta burjuva bir kadın olarak, üst bir sınıfı temsil etmektedir ve Mustafa için Deniz’in ilgisini çekmek ve sohbet etmek kendisini değerli hissetmenin bir yolu olarak okunabilir. Deniz’in Mustafa’ya bakmaması, küçük görmesinden ziyade hiç görmemesinin bir temsilidir ve daha sonra da değinileceği üzere bakışın nesnesi bile olamamak bakılmayanın narsisistik kendiliğine en yıkıcı darbelerden biridir. 





Bundan sonraki sahnede, Asuman’ı apartmanın girişine yaklaşırken görürüz. Mustafa giriş kapısının eşiğinde kendine güvenen bir edayla durmaktadır. Duruşundan apartmanın bütün işleyişinin ona ait olduğu, neredeyse apartmanın ondan sorulduğu okunabilir. Yaklaşan Asuman’a uzaktan “Kime baktın?” diye seslenir. Sesinden yardımcı olmak istemekten çok hesap sorduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Asuman, Sema hanım’a geldiğini söylediğinde de “Napcan Sema hanım’ı?” diye cevap verir. Mustafa’nın Asuman’a fırlattığı üstten bakış da ikilinin toplumsal konumlarından muaf değildir. Mustafa az önce Deniz’le girdiği sohbette incinen kendiliğini, gücünün ve toplumsal konumunun yettiği bir yerde, Asuman üzerinde iktidar kurarak tamir etmektedir. Asuman’ın kılık kıyafeti işçi sınıfına ait biri olduğuna dair ipuçları vermekte, ayrıca kadın oluşu da bu hiyerarşik duruma zemin hazırlamaktadır. Ümit Ünal bu durumu şu şekilde ifade etmiştir. “Dört karakterin de arasındaki temel çelişki sınıfsal. Kapıcının doktora hanımefendi demesi, sabah gazetesi elinde, karşısında beklemesi ama bir taraftan da başörtülü, paltolu birini görünce “kime baktın!” diye birden kabalaşıvermesi; o nazik adamın tamamen sınıfsal meselesi.”6 


Deniz’in kendisini Asuman’a Doktor Sema olarak tanıtması ise yine aynı nedenle önemsiz bir ayrıntı değildir. Deniz, bu kimlikle beraber başka bir hayatı ödünç alır. Doktorluk, toplumdaki en prestijli ve kazançlı mesleklerden biridir. Deniz kısa süreliğine de olsa, mutlak narsisizm arzusunun güdülediği yanılsamaya dayalı bir kimliğin hazzını sürmek, kendisinin para kazanamayan bir oyuncu, tanınmamış bir tiyatrocu olduğunu unutmak ister. Asuman’la ilk tanıştığı andan itibaren ona çok da samimi olmayan bir kibarlıkla davranır, evinde rahat etmesi için uğraşır. Aralarındaki eşitsiz ilişki Deniz’in incelikli tavırlarında daha da belirginleşir. Hatta Asuman hiç deniz yıldızı görmediğini söylediğinde, Deniz içeri gidip göstermek için ona bir deniz yıldızı getirir. Burada saf bir iyi niyet değil, acıma ve ya kendi sınıfsal üstünlüğü pekiştirmeyle karışık bir kibir hissedilir. Zaten sohbet sırasında Asuman’ın anlayamayacağı baştan belli olan kelimeler kullanmaktan ( “Güler tam bir pozitivisttir!”) çekinmez. Deniz düşmeden önce öfkeyle ayağa kalkarken ağzından Asuman’a dair söylediği “varoş” kelimesini belli belirsiz duyarız. Deniz’in düşmesi aralarındaki hiyerarşik ilişkinin değiştiğinin sembolik bir ifadesi olarak okunabilir. Bundan sonra, Asuman Deniz’i esir aldığında, hayatta kalması Asuman’a bağlı kaldığında, bir anlamda aralarındaki iktidar ilişkisi tersine döndüğünde Deniz kibrini de, aşağılamasını da açıktan ifade etmekten çekinmeyecek, Asuman’ı ve onun yaşadığı hayatı küçümsemeye başlayacaktır. Asuman’ın kendisi ve Sema arasındaki aşk ilişkisini anlayamayacağını, Asuman’ın “hafzalasının” bunu almayacağını üstten bir dille ifade eder. Az önce göstermek için deniz yıldızı getiren Deniz şimdi mutlak bir çift kalplilikle, Asuman’ın hiç deniz yıldızı görmemiş olmasını aşağılamaktadır. Deniz bununla da kalmaz, aşağılamanın dozunu iyice artırır: “Ne anlıyorsun be, sen ne anlıyosun insanlıktan? Senin dünyan şu kadar (Baş parmağı ve işaret parmağı arasındaki kısa mesafe)! Ev, temizlik, çocuk, koca, yemek, bulaşık... O onu mu dedi, bu bunu mu dedi, günah mı değil mi, imamın karısı ne dedi, Allah baba senden vazgeçti mi, yok pilavın altı yandı mı?” 


Bu aşağılamalara karşılık hiçbir tepki vermeyen Asuman ise filmin en önemli ve karanlık karakteri olarak daha detaylı bir değerlendirmeyi hak ediyor. Asuman, insanlarla ilgili geçmişi bilme meziyeti olan, bu özelliğiyle diğer herkesten daha farklı hatta üstün olan, ancak bu yönünü çok da değerli görmeyen biridir. Nitekim, izleyici olarak onu görmemizi sağlayan şey- Asuman’ın da söylediği gibi- onun bu meziyeti değil, hınç dolu biri olarak Sema’nın evine gelmesidir. Asuman, kızının ve torununun başına gelenlerden Sema’yı sorumlu tutmuştur ancak şu ana kadar ne yaptıysa görünür olamamıştır. Asuman bu durumu şu şekilde ifade eder: “Başka çarem kalmadı. Gaztelere gittim olmadı. Kanalları aradım, Seda Sayan’ı bile aradım, konuşturtmadılar. Avukatla konuşayım dedim “O hastaneyle baş edemeyiz, çok iyi avukatları var dedi”(...)Ben bir yıldır Doktor Sema’nın peşindeyim. Hastanenin kapısından sokmuyorlar içeri beni artık. Fal işi olmasa giremezdim buraya.” Böyle bakıldığında diğerleri tarafından görülmek isteyen ama küçümseyen/çaresiz bırakan/değer vermeyen ötekinin dünyasıyla karşılaştığında varoluşunda açılan derin yaralarla tanıdığımız bir Dostoyevski kahramanı, hınç dolu bir yeraltı adamıdır Asuman. Başkaları onu aşağıladığı için o da kendisini aşağılamaya dünden hazırdır. Madem siz beni alçaltıyorsunuz, diyor gibidir, alın işte ben kendimi daha çok alçalıyorum: “Alçalmak alçaltılmaktan iyidir”.7 Görülebilmek için alçaklığın dozunu sürekli artırmak zorundadır yeraltı adamı. Asuman da, Deniz ile ilk konuşmalarından itibaren sürekli kendisini değersizleştirir. Deniz’le doktorlukla ilgili konuştukları bir sırada, “Doktorların kafası dolu olur, zor iş, ben şahsen hayatta doktor olamazdım zaten aklım yetmez!” diyerek kendi kendisini aşağılar. Ardından da insanların hayatlarını bilebilme meziyetini küçümser: “Benim baktığıma fal denmez, ben bakmıyorum ki fala sen kendi falına bakıyorsun... Eserekliyim işte”.  Başından beri çok sakin olan Asuman’ın öfkesinin su yüzüne çıktığı an ise ne yaparsa yapsın görülmemesinin sonucudur. Deniz’e öfkesine şu sözleri eşlik eder Asuman’ın: “Biri bana gelse, torunum öldü, kızım da az kalsın ölüyordu, son anda kurtuldu dese, noldu onlara? diye sorarım, merak ederim, herkes sorar, sen sormadın!”. Alçalmasına, küçülmesine, değersizleşmesine rağmen yine onu gören, merak eden, bakmaya değer bulan kimse çıkmamıştır. Sonunda kendisini rezil etmek pahasına dâhil edilmediği şöleni basan bir yeraltı adamına dönüşür. Gürbilek yeraltı adamına dair şunları söyler:  

“Benliğinin bir yanı görülmek istiyordur; ötekisiyse görüldüğünde küçük görüldüğünün farkındadır. Zaten tam da böyle bir küçük düşme anında, çağrılmadan gittiği davette aşağılanmasının ardından ikiye bölünür Golyatkin. Benliğinin şölenden dışlanmış yanı, birinciyle bütünleşmesi imkansız bir ikinci kişilik, hınç dolu bir “öteki” olarak geri dönmüştür.” 8  

Asuman’ı bildiğimiz Dostoyevski kahramanlarından ayıran şey ise, görülmek isteme sebebinin kendisiyle ilgili değil, çok sevdiği başkalarının hakkını aramak için olmasıdır. Diğer yandan, film boyunca, silah elindeyken ve iktidar kendisiyken bile diğerlerini aşağılamamış, küçümsememiş hatta yanlışlıkla onu cezalandırdığı için Deniz’den özür bile dilemiştir. Bu anlamda ezber bozan bir karakter olduğunu söylemek mümkün görünüyor. 


Filmin en önemli kırılma noktalarından biri ise, Doktor Sema’nın eve gelmesidir.  Deniz ve Asuman arasında geçen diyalogtaki ezen-ezilen ilişkisinin bu sefer Sema ve Deniz arasında geçtiğine şahit oluruz. Deniz bir bebeğin onun yüzünden öldüğünü, insanların hayatlarını mahvettiğini yüzüne söyleyip, kusurlu tarafıyla yüzleştirdiğinde Sema, narsisistik bir defansa başvurarak, Deniz’in dünyasını ve “hafzalasını” küçümser. Yine aynı iki parmak arasındaki mesafeye başvurur ve yaşadığı zorlukları anlamaya aklının yetmeyeceğini vurgular. Şöyle der Sema: “Dünya böyle işliyor, anlamıyorsun çünkü sen bunları hiç düşünmedin hayatında. Çünkü senin dünyan şu kadar, şu kadarcık…! O dünyada ben varım, aşk var, sevgi, çiçekler, böcekler… Ailen var belki, sevgili annen-baban, solcu emekli öğretmenler, idealistler… Kediler, başka ufak yumuşak mahlûklar, sümerce, çivi yazısı, hamurabi, oyuncu olma hayallerin var sonra: İki tane özel kurs, üç tane oyunda yan roller, kahve, güzel şarap, senin dünyan bu, cici kız dünyası. Bu ev nasıl dönüyor bilmezsin sen, tatillere nasıl gidiliyor, Londra’ya ya da New York’a nasıl uçuyoruz? Aklın ermiyor hesaplara, o yediğimiz yemekleri, gittiğimiz spor salonlarını ya da yüzme havuzunu kim ödüyor? Nasıl ödüyor?” 


Bir karakter olarak Doktor Sema,  kapitalizmin ahlak anlayışına paralel olarak oluşturduğu narsisizm çağının bir örneğini temsil eder. Günümüz kapitalist toplumunda görünür olmak için kişinin erdem sahibi olması ve gerçek ilişkiler kurması değil, mezun olduğu okul, çalıştığı iş, kariyeri, kazandığı para, oturduğu ev, üstündeki giysilerin görünümü önemlidir. Ancak bu şekilde sevgi ve ilgi kazanabilmekte, kusurluluk ve değersizlik duygularıyla baş edebilmektedir. Bu noktada doğru ve yanlış arasındaki çizgiler de kaybolmakta, toplumsal ahlak anlayışının içi boşalmaktadır. Sema’nın son sözleri bu gerçeği dillendiriyor gibidir: “Bazen daha büyük kötülükler olmasın (kariyeri darbe almasın) diye küçük kötülüklere (bir bebeğin ölmesi) izin verilir. Doğa böyle işliyor, gücün kadar varsın!” Sema’nın bu son cümlesinin, buraya kadar anlatılanları özetlediği söylenebilir: Gücün kadar varsın/ görünür olduğun kadar varsın! 



Ümit Ünal’ın diğer filmleri 9 ve Ara gibi Nar da çoğunlukla tek mekanda çekilmiş bir film özelliği taşıyor. Yönetmen bu seçimin zaman ve bütçe gibi pratik nedenlere dayalı bir karar olduğunu belirtmişse de9 Nar’daki olay örgüsü bakımından Sema ve Deniz’in yaşadığı evi başka bir açıdan ele almak da mümkün görünüyor. Asuman’ın hınç dolu benliğini teşhir ettiği, karakterlerin birbirlerini küçümseyen, değersizlik hissi yaratan taraflarının ortaya döküldüğü, toplumsal ahlak ve değerlere dair genel geçer kuralların ve kişilerin birbirlerine inançlarının yıkıldığı bir mekan olan evi bir yer altı olarak düşünebiliriz. Nurdan Gürbilek ideolojik bir diklenme yeri olarak da tanımladığı yeraltını şöyle betimlemiştir:  

Yer altı gerçekten parçalanmış, kararsız bir mekandır. Toplumu oluşturan sahte erdemlere yönelik yıkıcı eleştiriyle bu değerleri değiştiremiyor olmanın yol açtığı tıkanma duygusunu, uygarlığın yeraltına ittiği tekinsiz içeriklere sahip çıkma çabasıyla bunu topyekun bir saldırıya dönüştüremiyor olmanın açtığı gurur yarasını, nihayet yasaya meydan okuma kararlığıyla meydan okunan tarafından görülme isteğini aynı anda anlatıyor, bütün bu karşıt sesleri birbirleriyle mücadelesi içinde aynı anda duymamızı sağlayabiliyordur”10


İlk başta belirttiğim üzere, filmin anlatmak istedikleri ve anlattıkları arasında bir mesafeden ya da daha çok bir eksiklikten bahsedilmek mümkün görünüyor. Filmin adından başlayan ve giydirilmişlik hissini kaşıyan mesafe bu. Yönetmen bir röportajında, aslında Nar adında bir aşk hikayesi yazarken ondan vazgeçtiğini sonra öykünün tek mekanda geçen başka bir hikayeye dönüştüğünü, sonrasında duyduğu Birhan Keskin’in dizelerinin de (Dürtme içimdeki narı. Üstümde beyaz gömlek var) filme uyduğunu düşünerek yer verdiğini belirtiyor.11  Oysa Nar sembolünün çok farklı çağrışımlara açık, zengin bir sembol olmasının verdiği kaldırma kuvvetinden de yararlanarak filme ve anlattıklarına daha geniş bir perspektiften bakabilmek oldukça olası görünüyor. Yönetmenin belirttiği üzere, bu sembolün içinin, nar taneleri gibi yan yanayken bizi bir arada tutan kabuğun birbirimize duyduğumuz inanç ve güven olarak betimlenmesi filmi kıstırılmış bir yerden okumak, Deniz’in Sema’ya duyduğu inanca indirgemek, ya da karakterlerin kullandığı gibi “şu kadarcık” bırakmak olduğunu düşünüyorum. 


Diğer yandan filmin en kilit karakteri olan Asuman’ı oynayan Serra Yılmaz’ın kentin varoşlarında yaşayan bir işçi kadını oynarken kullandığı düzgün Türkçesi ve oyunculuğunun, karaktere olan inancı oldukça sarsmış olduğu söylenebilir. Aynı şekilde, oldukça başarılı bir oyunculuk sergileyen Kapıcı Mustafa’nın filmin sonunda söylediği “Vicdan, eski bir kelime...” ifadesi, tarihinde çaresiz bir kadına tecavüz bulunan, alt sınıf kültürüne ait bir adamın dilinden dökülmeyecek kadar edebi, yapaylık hissini perçinleyen bir etki yaratıyor.  Ayrıca, filmin en sonunda rollerin değişmiş olduğu şekliyle aynı hikayeye tekrar yer verilmesi, “hepimiz aynıyız” fikrini pekiştirmek için kullanılmış olabilecekse de, filmi basitleştiren ve izleyicinin bağlantı kurma yeteneğini küçümseyen bir etki yaratmışa benziyor.


Filmin sonu Mustafa’nın teklif edilen parayı almaması ve polis çağırması ile Sema’nın Asuman’la yalnız kalmasıyla bağlanır. O noktadan sonra neler oldu, Sema hak ettiği bedeli ödedi mi, Asuman için adalet tecelli etti mi bilemeyiz. Ancak adaletli bir sona olan umudumuz, küçümseyen, çaresiz bırakan, değer vermeyen ötekinin açtığı narsisistik yarayı hayatımızın bir yerinde mutlaka tatmış ve muktedir olanla hesaplaşma şansını hiç yakalayamamış izleyiciler olmamızdan mutlaka pay alacaktır. 

 

11 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page