Bu yazı Psikesinema dergisinin Sinemada Salgın Hastalıklar Ve Toplum Ruh Sağlığı temalı 29. sayısında yayınlanmıştır (https://psikeart.com/tum-sayilar/dergiler/psikesinema/sayi-29-sinemada-salgin-hastaliklar-ve-toplum-ruh-sagligi/).
“çünkü açlık çoğunluktadır ve ezecektir gücüyle dünyayı”
Turgut Uyar
İspanyol yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia’nın ilk uzun metraj filmi olan The Platform (orijinal adıyla “El hoyo”/ “Delik” (tr) ) gerilim öğelerini barındıran distopik türde bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Her hücrede iki kişinin bulunduğu dikey bir hapishaneyi konu edinen filmin odak noktasında ise hücrelerin ortasındaki delikte hareket eden yemek platformu bulunuyor. Her gün en üst kattaki mutfaktan en aşağıdaki hücreye kadar, her katta birkaç dakika kalacak şekilde hareket eden bu platform, mahkumlar için günlük yemek servisi görevini görüyor. Filmin temel çatışması ise her mahkumun platformdaki sofradan yiyeceği miktarı kendisinin belirleyebilmesi sonucu ortaya çıkıyor. En üst katta en lüks restoranlarda görülebilecek bir özen ve titizlikle ve -iddiaya göre- herkese yetecek kadar hazırlanan yemeklerin üst katlardaki mahkumlar tarafından sınırsızca talan edilmesiyle bu mükellef sofradan aşağıdaki katlarda kalanların payına sadece açlık ve ölüm kalıyor. Hapishanenin işleyişi gereği bir ay boyunca aynı katta, aynı kişi ile kalmak zorunda olan mahkumların, her ay sonunda rastgele bir şekilde farklı bir kata yerleştirilmesi ile hayatta kalma mücadelesi katmerleniyor, mahkumlar arası ilişkiler boyut kazanıyor.
The Platform, Netflix’de gösterime başladığı geçen aydan itibaren ülkemizde en fazla izlenen yapımlar arasına girdi. Açıkça kapitalizme ve sınıfsal eşitsizliğe dair distopik bir alegori olan filmin işaret ettiklerini, küresel çaptaki virus salgını nedeniyle her gün dünyada yüzlerce insanın ölümüne şahit olduğumuz ve neoliberal politikaların defolarının iyiden iyiye açığa çıktığı şu günlerde düşünmek ise ayrı bir öneme sahip. Küresel salgınla beraber ölüm ve yaşamın somut bir gerçekliğe bürünmesi kapitalizmin çelişkilerini derinleştirdiği kadar, insanın çelişkilerini de daha görünür hale getirdi. Bunun en somut örneğine, bugünlerde market reyonlarının yağmalayarak evlerinde stoklar oluşturanların karşısında aynı kaynaklara ulaşamayanlar veya temel yaşam malzemelerini bile satın alacak ekonomik güce sahip bile olamayanlar arasında şahit oluyoruz. Filmin de temel çıkış noktası olan insanın ben merkezci refleksleri ve dolayısıyla kaynakların bu eşitsizce dağılımı, salgın günleri özelinde yönetmenin de şu sözlerinde karşılık buluyor:
“Eğer platformumuza yemek yerine tuvalet kağıdı veya yüz maskesi koymuş olsaydık da yine aynı şeyden söz ediyor olacaktık: kalplerimizin derinlerinde yatan bencillikten.”
Goreng’e karşı Trimagasi
Filmin, platform aracılığı ile yemek yeme gibi temel yaşamsal bir ihtiyacın çevresinde işlenen güç istenci, dayanışma ve sınıf ilişkileri gibi kavramlar hakkında seyircisini düşündürmeyi amaçlayan metaforik bir toplumsal ve sınıfsal sistem eleştirisi olmayı amaçladığı aşikar. Ancak filmin doğrudan ve basitçe işaret ettiği toplumsal eleştirinin ötesinde, yönetmenin kötücül bakış açısına da sinen insan anlayışının temellerini kazımak da mümkün görünüyor. Filmin ele aldığı insan mevhumunu daha yakından düşünmek için filmin iki temel karakteri olan Goreng ve Trimagasi’ye yakından bakalım.
İzleyici olarak deliğe (mahkumların hapishaneye verdiği isim) gözlerimizi Goreng karakteri ile eş zamanlı açıyoruz. Hapishanedeki yaşamına ilk olarak 47. katta hücre arkadaşı Trigamasi ile başlayan Goreng, buraya sigara bağımlılığından kurtulmak için gönüllü olarak gelen biridir ve hapishaneden çıktığında bir diplomaya sahip olacağını belirtir. Goreng içine girdiği hapishanenin vahşi düzenini anladığı ilk anda yukarıdaki ve aşağıdaki mahkumlarla iletişim kurup bu sistemi değiştirmek için başkalarını örgütlemeye çalışır ve başarısız olur. Burada parantez açarak söylemek gerekir ki film, Goreng’in hapishanede olma motivasyonunu tam olarak izleyicisine vermez ve buranın ne tür suçlular için yapıldığı, mahkumların hapishanede ne kadar kaldığı, hapishanenin yöneticilerinin kimler olduğu gibi soruları izleyicisi için açıklığa kavuşturmaz. Bu ve filmin akışı boyunca olan bitenlerle ilgili gibi bir çok soruya yanıt vermeyen anlatının bu boşluklu hali bazı seyirciler için filmin kurduğu evrene inanmayı zorlaştırsa da izleyicinin zihninin hazinelerinin bu boşluklara dolması için bilinçli olarak düşünülmüş bir seçim olarak da algılanabilir.
Hücre arkadaşı Trimagasi ise hapishaneye kazara bir göçmeni öldürdüğü için girmiştir ancak gerçekte de göçmen karşıtı biridir ve bu cinayetten pişmanlık duymaz. Sistemin işleyiş mekanizmasını içselleştirmiş, bu vahşi düzene uyum sağlamış, oyunu kuralına göre oynayan biridir. Trigamasi, üst katta olmanın keyfini hem elinde fırsat varken sınırsızca yiyerek hem de kendisinden aşağıda olanların üzerlerine işeyerek, onları aşağılayarak veya yiyeceklerine tükürerek kullanır. İkili, yemeğin yetişmediği alt katlara düştüklerinde ise Trigamasi bu sefer hayatta kalabilmek için Goreng’i yemekten ve öldürmekten çekinmeyecek birine dönüşür. Trigamasi’nin konuşma diline sinmiş, neredeyse her cümlesinin sonunda veya başında tekrarlı bir şekilde kullandığı “apaçık belli ki” (obvio) ifadesi, etrafında olan biteni ne kadar doğal algıladığının göstergesidir. Örneğin şöyle der: “Yukarıdakiler seni dinlemeyecek çünkü apaçık belli ki onlar yukarıda”.
Goreng ise temsil ettikleri bakımından Trimagasi’nin tam tersidir. Bu açıdan filmin başlarında Goreng barış, dayanışma, eşitlik, ortak yararı gözetme ve yaşam gibi değerleri temsil ederken; Trimagasi bencillik, gücün kötüye kullanımı, faşizm, ölüm gibi kavramları temsil eder. Bu iki karakter arasındaki aykırılık hapishaneye giriş nedenlerinde olduğu kadar, beraberlerinde getirmek için seçtikleri nesnelerde de karşılık bulmuştur: Trigamasi yanında keskinliği ile ünlü bir bıçak getirirken Goreng Cervantes’in Don Kişot romanını yanında taşır.
Bu iki karakter arasındaki somut çatışma, Goreng’in Trimagasi’yi onun bıçağı ile öldürmesinden sonra Goreng’in iç dünyasına taşınır ve ahlaki bir hesaplaşmaya döner. Goreng karakteri, filmin bu noktasından sonra, iki kutbu da eylemlerinde yansıtacaktır: insan doğasının yaşamak uğruna bencil ve kötü olmak zorunda oluşunu simgeleyen Trimagasi ve ulvi bir amaç ve insanlığın ortak çıkarı uğruna kendi varlığını feda edebilen Goreng. Yönetmen, verdiği bir röportajda bu iki karakter hakkında şunları söyler:
“Hepimizde biraz Goreng ve biraz Trimagasi var ve her birimiz hangisinin kendi iç savaşımızı kazanacağına karar vermeliyiz - eğer seçebilirseniz, elbette-. Filmi ilk izlediğimizde, Goreng'e baktığımızda onda ne olmak istediğimizi görüyoruz. Trimagasi'ye baktığımızda ise ne olduğumuzu görüyoruz. Evet, ilk izlediğimizde dedim, çünkü film tekrarlı izlemelerde bu önermeyi sorgulamak için tasarlandı.”
İnsanın Alt Katlarına Yolculuk
Platform ilk anlamıyla bizi toplumsal sınıflar arasında gezdirmeyi amaçlasa da aslında insan olmanın katmanları arasında da dolaştırır. Titizliliği, temizliği ve kuralcılığı ile mükemmel yemeklerin hazırlandığı en üst kattaki insanlığın en uygar halinden, alt katlarında insanların birbirlerini canlı halde yedikleri vahşi ve ilkel haline doğru hareket eder. Diğer bir deyişle, delik insan zihninin ve ruhsal aygıtın kendisidir. Freudyen bakış açısıyla delik, üstbenlikten (süperego) altbenliğe (id) açılır.
Bilindiği gibi, Freud dürtü kuramını Darwin’in evrim kuramından etkilenerek oluşturmuş, insanın temel dürtülerinin tüm canlılarla ortak olduğunu düşünmüştü. Hayatta kalma, kendini koruma, kaynaklara sahip olma ve çoğalma motivasyonlarından hareketle insanın doğuştan getirdiği evrensel dürtülerini saldırganlık ve cinsellik/libido olarak belirlenmiştir. Altbenlik, bedenden kaynaklanan bu ilkel dürtüler etrafında şekillenir ve haset, bencillik, açgözlülük, kıskançlık, enseste ve yok etmeye dair arzular gibi insanın en kabul edilemez duygu ve düşlemlerini içerir. İlkel benliğimizin libidinal dürtülerinin emrindeki hali ise platform üzerindeki çekici yiyeceklerin üst katlarda sınırsız bir haz duygusuyla tüketilmesi ile gözler önüne serilir. Yiyecekler ve sofranın tasarımı, iştah kabartan görünümleri, renkleri, canlılığı; yaşamı ve libidinal enerjiyi çağrıştırır. Yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia da bunu şu şekilde ifade eder:
“En üst katlarda yiyecek, yoğun, neredeyse erotik, bol arzunun nesnesidir. Kirletilmek, yok edilmek, bitirilmek için harika bir haldedir. Daha aşağıda ise iğrençliğin ve tamamen sapkınlığın içerisindedir.”
Platform alt katlara indikçe agresyon, yok etme dürtüsü ve vahşet artar. Alt benliğimizdeki “çirkin” dürtülerin varlığını hissettiğimizde yaşadığımız zorlanmayı anımsatır şekilde, alt katlara indikçe sahneleri izlemekte gittikçe daha fazla zorlanırız. En alt katlar ise artık yaşama ve canlılığa dair hiçbir iz taşımaz. Buralar ölmüş, yanmış, bir parçası yenmiş, kana bulanmış cesetlerden ibaretlerdir. Psikanalitik literatürde kısmi nesne olarak ifade edilen, bir bebeğin ilkel zihninde ‘öteki’lerin, beden parçaları olarak temsil edilmesi gibi; deliğin en alt katlarında insanların yerini bedenlerden kopmuş uzuv parçaları alır.
Altbenlik ve üstbenlik arasındaki bu hesaplaşma hapishanenin yapısında temsil edildiği kadar, baş kahramanın zihnindeki hesaplaşmada da yakalanabilir. Trimagasi’nin temsil ettiği, doğa halindeki insanın bencilliği ve saldırganlığı, Goreng’in rüyalarında altbenliğin sesi olarak duyulur. Goreng işlediği cinayetlerden sonra zihninde Trimagasi’nin alaycı sesi ile karşılaşır. Diğer yandan filmin içerisinde hem görünmez düşmanlarla – hapishane yönetimi- savaşan Don Kişot hem de kurtarıcı İsa Mesih metaforları ile gösterilen Goreng’in özgürlük uğruna kendini feda edişi aynı zamanda işlediği cinayetlerden duyduğu vicdan azabının sonucu olarak bir tür kendini cezalandırma olarak da okunabilir.
Dikey Öz Düzenleme Merkezi
Filmdeki hapishane mahkumlar tarafından “delik” olarak adlandırılırken yöneticiler tarafından dikey öz düzenleme merkezi olarak anılır. Bu adlandırma bizlere, özgürlüğün, insana içkin dürtülerin ve vahşi arzuların “düzenlenmesi”nden geçtiğini düşündürür. İnsanın bu halleri, antik yunan mitolojisinde bedeni yarı hayvan, yarı insan olarak temsil edilen ve bedensel hazların peşinde koşması ile bilinen Pan’ı andırır. Pan, hedonistik yapısının yanı sıra etrafına saldığı pis koku ve panik/korku ile de bilinir. Psikoterapistlerin direnç olarak niteledikleri,
insanın iç dünyasının kirli derinliklerine yaklaştıkça duyduğu kaygı ve korku belki de Pan’ın mirası olabilir.
Peki Pan’ı ehlileştirmek mümkün müdür?
Freud’a göre, bilinçdışı motivasyonlardan bağımsız, eylemleri bilinçdışının halı altına süpürülmüş arzuları veya korkuları tarafından belirlenmeyen bir insan yoktur. Ona göre uygarlık var oldukça insanın en ilkel dürtülerini ifade etmesinin önünde bir engel teşkil edecek ve bu dürtüler üzerinde bastırma mekanizması işletecektir. Freud’a göre bastırma, insanları kendilerinden ve birbirlerini öldürmekten kurtaran, topluluk halinde yaşamayı mümkün kılan bir toplumsal denetim biçimidir. Bu bakımdan ideal ruhsal sağlık, bastırmanın olmadığı durumlarda değil; ilkel cinsel ve saldırgan itkilerin insana hükmetmesini önlerken bir yandan da bu itkilerin doyuma ulaşmasına da izin veren ayarlı bir bastırmanın varolduğu durumlarda mümkün olacaktır. Bunun mümkün olmadığı toplumlarda, psikanaliz sayesinde, bilinçdışına itilen kabul edilemez dürtüler, arzular ve düşlemlerin bilgisine ulaşılabilir. Analiz sayesinde daha önce kabul edilemeyen bu tarafların farkına varılması ve bir tür katarsis şeklinde ifade bulması ile bastırma için kullanılan psişik enerji azalabilir ve böylece “iyileşme” sağlanabilir. Bu bakımdan Pan’ı ehlileştirmek, yani öz-düzenleme, bir terapi çalışmasıdır.
Bir yapı olarak deliği insanın iç dünyası olarak düşündüğümüzde film gidişatı bakımından bir psikanalitik terapi çalışmasını andırır. Filmde kurtuluşun yolu terapide olduğu gibi deliğin / iç dünyanın en pis, kokuşmuş, aklın hükmetmediği taraflarına “inmek”ten geçer. Aynı zamanda bu iniş, gelişimsel bir döneme de gerilemeyi (regresyon) temsil eder ve çocukluk deneyimlerinin dünyasına açılır. Freudyen psikanaliz bağlamında iyileşme, bir gelişimsel dönemde takılı kalmış çocuğu çatışmalardan kurtarıp yeniden büyütebilmekten geçer. Bu bakımdan Goreng’in en alt katlarda bulduğu çocuğun hemen ardından kendini yok etmesi ve çocuğu en üst kata taşımaya dair çabası, adeta psikanalitik tedavinin bir metaforudur.
Film psikanalitik bir okumaya el verdiği kadar, özgürlüğe ulaşmanın şekli bakımından Marx’ın insan anlayışının bir yansımasına da kapı aralar. Freud’a karşıt olarak Marx sabit bir insan doğasından bahsetmez. Marx için insan, doğası bakımından bencil, açgözlü ve yararcı değil ancak içine doğduğu toplumsal ve tarihsel ilişkilerin bir ürünüdür. Bu nedenle insan toplumla birlikte gelişip dönüşebilir. Ona göre diğer hayvanlardan farklı olarak insanda varolan temel unsurlar yaratıcılık, dönüştürebilme, üretebilme kapasitesidir. Bu kapasitesi sayesinde doğayı, toplumu ve kendisini dönüştürebilir. Freud’un insanın uygarlık öncesi duruma özlem duyduğu fikrine benzer şekilde, Marx da insanı yabancılaşmamış durumuna geri dönmeye; doğayla, başka insanlarla ve toplumla yeniden birleşmeye ihtiyaç duyan bir varlık olarak görmüştür. Bu bakımdan öz düzenleme, insanın kendisini ve içinde yaşadığı toplumu değiştirip dönüştürmesiyle mümkün olacaktır. Filmde, 6. katta kolaylıkla karınlarını doyurabilecekleri bir seviyede uyanmasına rağmen Goreng’in Don Kişotvari bir tavırla ve yanına hücre arkadaşı Baharatı (Sancho Panza) alarak içinde yaşadıkları sistemi yeniden düzenlemek için kendilerini feda etmeleri Marx’ın da bahsettiği türden bir öz düzenlemenin temsilidir.
Sonuç olarak her iki düşünür de “özgürlüğe” ulaşmak için insanın şimdiye kadar bildiği benliğini temize çekmesi ve yeniden yaratmasına, küllerinden yeniden doğan Phoenix’e vurgu yapar.
İnsan İnsanın Neyidir?
Bu soruyla akla ilk gelen cevap İngiliz filozof Hobbes’a atfedilen “homo homini lupus” / “insan insanın kurdudur” mottosu olacaktır. Yanlış bir kanı ile, bu cümlenin Hobbes tarafından insanın uygarlıktan önceki doğa durumunu tasvir ettiği ve insanın değişmeyen kötücül doğasına işaret ettiği düşünülmektedir. Oysa Özmakas’ın (2020) belirttiği üzere, Hobbes bu sözü ünlü eseri Leviathan’da değil, De Cive’de geçmektedir ve sözün orjinali hali şöyledir:
“İkisi de kesinkes doğru olan iki ilke vardır: İnsan insan için Tanrıdır ve İnsan İnsanın kurdudur. Bunlardan ilki yurttaşların birbirleriyle olan ilişkisinde; ikincisiyse devletler arasındaki ilişkide doğrudur. Adalet ve hayırseverlikte, barışın erdemlerinde yurttaşlar Tanrıya bazı benzerlikler gösterir. Gelgelelim, devletler arasında, kötü insanların habisliği, korunmaları için iyileri -şiddet ve desiseden başka bir şey olmayan- savaşın erdemlerine, yani canavarların yırtıcı doğasına başvurmaya mecbur bırakır.”
Görüldüğü gibi Hobbes “insan insanın kurdudur” ifadesini doğa durumundaki insanlar arasındaki ilişkiyi tasvir etmek üzere değil, tam aksine doğa durumu sözleşmeyle aşılıp devletler kurulduktan sonra bu devletler arasındaki ilişkiyi anlatmak üzere kullanmıştır. Ancak Hobbes’un insan felsefesinin ötesinde günümüz kapitalizmi içerisindeki insan ilişkileri ve filmin ele aldığı insan tasviri özelinde her iki ifadeyi de film içerisinde insan ruhsallığının görünümleri bakımından ele alabilmek mümkündür. Örneğin, filmde Trigamasi’nin Goreng’i yemeye çalışması gibi hayatta kalmak söz konusu olduğunda mahkumların en ilkel dürtülerle ve vahşetin sınırlarını zorlayan şekillerde hareket etmesi, “insan insanın kurdudur” mottosunu doğrular. Aynı zamanda delikte 666 mahkum olması, bu sayının Hristiyanlıkta deccali simgelemesi, insanın kötücüllüğüne dair bir diğer metafor olarak düşünülebilir. Filmdeki bu kötümser hava yönetmenin insan doğasına dair tahlilinden de etkilenmiş gibidir. Bir röportajında şöyle belirtir:
“Maalesef bizler bu gezegene ayak basmış en acınası türüz ve değişeceğimizi düşünmüyorum. Bizler korku dolu hayvanlarız ve bütün hayatını korku içinde yaşamış birine güç verdiğinizde bir pisliğe dönüşmesi muhtemeldir.”
Yönetmenin böylesi karamsar bir insan anlayışına sahip olmasına rağmen filmin içerisinde “İnsan İnsanın Tanrısıdır” ifadesine yaraşır sahneler ve ilişkiler de bulmak hayli mümkün. Goreng’in tanımadığı bir göçmen kadına yardım etmek için giriştiği tehlikelerin yanı sıra, Goreng ve Baharat’ın umut olarak gördükleri küçük bir kız çocuğunu yaşatma yolunda ölmeleri gibi örnekler, insana dair iyimserliği ve dayanışmayı beslerler. Filmin sonu da bizi bu umutla bırakır, kendini tamamlamaz.
Filmin sonunun yarım bırakılmışlığı bizleri tam da içinden geçtiğimiz günlerin belirsizliğine benzer bir huzursuzlukla bırakır. Tüm dünyanın Don Kişotvari bir halde görünmez düşmanlarla savaştığı salgın günlerinde insanın ne menem bir varlık olduğunu düşünmek için hem kişisel dünyamızda hem de insanlık olarak Phoenix gibi kendimizi yeniden kurmaya hayli vaktimiz var. Bu krizin çıkışında eninde sonunda fiziksel olarak iyileşmiş bir insan hali bulacağımıza kuşku yok. Ancak insanın iyi-leşmenin de olanaklarını bulup bulamayacağını zaman gösterecek. Jan Philipp Reemtsma’nın Vahşeti Kavramak adlı kitabından bir alıntı ile bitirelim:
“İnsan, vahşeti ve yıkıcılığı da kendi yetenekleri arasında görür, aynen müziği de yetenekleri arasında gördüğü gibi… Yapabilir, zorunda değildir; yapmak zorunda değildir, yapabilir.”
Kaynaklar
Özmakas U. (2020) “Homo Homini Lupus” Sözü Üzerine. Kaygı, 19(1), 200-219.
Reemstsma J.P. (1998 ) Vahşeti Kavramak.çev. Ender Ateşman, İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Metin içerisinde yönetmenden yapılan alıntılar Filmmaker Magazine sitesinde yayınlanan yönetmenle yapılan röpotajdan çevrilmiştir. https://filmmakermagazine.com/109501-it-had-to-show-how-we-rip-each-other-apart-galder-gaztelu-urrutia-on-his-vertical-class-warfare-netflix-dystopia-the-platform/
Comments