top of page
Ara

ZEFİR / PSİKANALİTİK BİR OKUMA DENEMESİ 

Yazarın fotoğrafı: Özge YükselÖzge Yüksel

Türkiye politik sinemasının günümüze kadar uzanan kimi momentlerini farklı bakış açıları açısından ele alan “Perdeye Yansıyan Kavga: Yılmaz Güney’den Emin Alper’e Politik Sinema” adlı kitap çıktı (https://www.idefix.com/perdeye-yansiyan-kavga-yilmaz-guneyden-emin-alpere-politik-sinema-p-377679).

Bu değerli seçki içerisinde, benim de yönetmen Belma Baş’ın 2010 yapımı filmi Zefir‘i psikanalitik bir bakış açısıyla yorumladığım çalışmam da yer alıyor.

Aşağıda bu çalışmanın bir bölümü okunabilir. Keyifli okumalar.

49124869_1188584967961811_2093547573250883584_n

Ursula K. LeGuin anarşist bir toplum düzenini konu edindiği ütopik romanı Müksüzler’de, diğer her şey gibi, ebeveyn çocuk ilişkisinin de mülkiyetçilikten sıyrıldığı, anne ve babanın doğurdukları çocuğun ayrı bir birey olduğunu kabul ettikleri ve ona sahipmiş gibi davranmalarının mülkiyetçilik olarak görüldüğü ve eleştirildiği bir durum resmeder. Romanın başkahramanı Shevek’in ebeveynleri, doğumdan sonra bir süre onun bakımını üstlenmiş, ardından toplumsal organizmayı sürdürebilmek için onlara verilen görevleri yerine getirmek adına farklı şehirlere gitmişlerdir. Böylece bebek Shevek de diğer bebeklerle beraber kreşe bırakılmıştır. Shevek, sahip olmamanın özgürlük olduğu bir toplumda, bir anne ve babaya “sahip olmadan” büyür. Annesini hiç tanımaz, babasıyla da çok yakın bir ilişki kuramamıştır. LeGuin’in anlatısını ütopya kılan en önemli noktalardan biri, erken dönemdeki ebeveyn çocuk ilişkileri böylesi kırılmalarla doluyken, insanların birbirlerine güveni, inancı ve umudu üzerine kurulu bir sistem kurgulamış olması gibi görünüyor. 


Mülksüzler’deki anarşist toplum kurgusunun bu imkansızlığını, Bowlby’nin insan davranışıyla ilgili önemli araştırmalarına değinerek açıklayabiliriz. Bağlanma kuramının öncüsü İngiliz psikanalist/araştırmacı John Bowlby, bebeğin doğumundan itibaren bakım verene bağlanma ihtiyacı içinde olduğunu, bebeğin anneyle/bakım verenle kurduğu temel ilişkinin hem fiziksel hem ruhsal sağlığı düzenleyen bir işleve sahip olduğunu ortaya koymuştur. Annenin, bebeğin fiziksel ve duygusal ihtiyaç tepkilerine karşı ulaşılabilir olması, sıkıntı ve zorlanmışlık işaretlerine olumlu tepkiler vermesi ve bunları bir tutarlılık içinde yapması, anne ile bebek arasında güvenli bağlanmanın zeminini oluşturur. Bowlby, erken dönemde anneyle güvenli bağlanmanın, dünyayı keşfederken güvenli bir liman olma, fiziksel ihtiyaçları karşılama ve hayata dair bir güvenlik duygusu geliştirebilme işlevlerine sahip olduğunu belirtir. Bu dönemde anneyle yaşanan ayrılıklar, annenin bebeğin ihtiyaçlarına tepkisiz kalması, reddetmesi veya tutarsız tepkiler vermesi bebeğin hem kendisine hem annesine/ötekilere hem de dünyaya ilişkin algısını belirleyecektir. Hayatın ileriki yıllarında ortaya çıkan, başkalarının güvenilmez olduğu inancı, reddedilme ve terkedilme kaygıları, yakınlaşmakla ilgili korkular anne- çocuk ilişkisinin bu erken dönemdeki niteliği ile ilgilidir.


Bu açıdan bakıldığında, annesi tarafından “terk edilen” Zefir’in hikayesi ve bu hikayenin trajik sonu, söz edilen bağlanma kuramı da dahil olmak üzere bir çok psikolojik dinamik üzerine oturuyor. Kadının bağımsızlık arzusu, toplumsal açıdan anne olmanın getirdiği yük ve sorumluluklar üzerinden feminist bir okumaya da olanak veren filmi ve Zefir ile annesi arasındaki kaotik ilişkiyi, bu yazıda psikanalitik gelenek içinde yetişmiş araştırmacıların kuramları üzerinden yorumlamaya çalışacağım. 




“Zefir, Sen Varya... Kötüsün” 

Bir yayla evinde, anneannesi ve dedesiyle beraber yaşayan, ergenliğin başında bir kız çocuğu olan Zefir’in ne zamandır orada olduğuna, babasına ne olduğuna, annesinin ne zaman gittiğine dair bilgimiz olmasa da küçük kızın yaşadığı özlem duygusundan uzun süredir annesinin gelişini beklediğini hissederiz. Yönetmen tarafından sık sık önümüze serilen doğa, film boyunca Zefir’in iç dünyasına ait anıştırmalar yaparken, insan “doğası”na dair de semboller barındırır. Bir salyangoz tahtanın üzerinde ağır ağır yol alır, bir örümcek sabırla ağını örer; Zefir’in sonsuz bekleyişi doğanın kendisinde somutlaşır. Diyaloglara fazlaca yer verilmeyen filmde, alegorik bir alt metin olarak doğanın yanı sıra, kulağımıza çalınan şarkılar da bir anlatıcı işlevi görür. Özellikle Zefir’in pikabı film boyunca söyleyemediklerini anlatmanın bir yoludur. Annesini beklerken çaldığı Mammy Blue, çok konuşmayan Zefir’in terk edilmişlik duygularını anlatır: 


I may be your forgotten son / Belki ben senin unutulmuş çocuğunum

Who wandered off at twenty one / Yirmi birinde çekip giden

It’s sad to find myself at home/ Çok üzücü şimdi kendimi evde bulmam

Without you / Ve senin artık burada olmaman 


Sembolleştirmeler ve benzetmelerle dolu anlatımlar üzerinden çekilen film içerisindeki en önemli metaforlardan biri, inek Nergis ve Zefir arasındaki ilişkidir. Yarası anne olan filmde, inek, meme ve dolayısıyla süt, anne ve çocuk arasındaki ilişkiye gönderme yaparken, Zefir ve annesi Ay’ın ilişkisine dair zengin okumalara izin verir. Bu ilişki, İngiliz nesne ilişkileri geleneğinin öncülerinden Melanie Klein’ın düşünceleri üzerinden bakarak yorumlanmaya açıktır. Ruhsal yaşamımızın en belirgin özelliklerinin bebeğin memeyle kurduğu ilişkide olduğunu ileri süren Klein, bebeğin ilk zamanlarda anneyi bütün bir nesne olarak algılamadığı, yalnızca memenin bebeğin tüm dünyasını oluşturduğu bir süreçten bahseder. Klein, bebeğin memeye dair yaşantısının birbirinden keskin bir biçimde ayrılan iki zıt kutupta örgütlendiğini belirtir. Bebek, ona kaygı veren ölüm dürtüsünü içeren benliğinin bir kısmını ve libidosunun bir kısmını dışarıdaki nesnelere yansıtır. Süt veren, bebeğin içini sütle dolduran, iç dünyasına saldıran açlık duygusuna karşı koyan, sevgi ve korunma ihtiyacını karşılayan memeyi “iyi meme” olarak algılar ve bu ideal nesnesiyle libido nitelikli bir ilişki kurar. Meme, erteleyici veya yoksun bırakıcı olduğunda ise bebek, her zaman onun için orada olan bir memeye duyduğu özlemle, kendini meme tarafından kötülüğe uğratılmış, terk edilmiş hisseder ve az önce belirtilen yansıtma mekanizmasıyla bu zulmedici memeyi “kötü meme” olarak algılar. Bu süreçte iyi memenin korunması için kötü memenin kötücüllüğünden kesin bir biçimde ayrılmış, bölünmüş olması gerekir. Bu bölünmüş dünyayı Klein, paranoid-şizoid konum olarak belirtir. Paranoid durum, dışarıdan gelen, istilacı bir kötü niyetten korkmaya, merkezi bir zulüm duygusuna; şizoid durum ise sözü edilen bölme savunmasına, seven ve sevilen iyi memenin, nefret eden ve edilen kötü memeden etkin bir biçimde ayrılmasına denk gelir. Yaşamın ilk altı ayında ortaya çıkan, bu konumdaki yaşantılar sadece o evreye mahsus kalmaz, yaşamın bütününe yayılır ve benliğin baş edemediği kimi zorluklarla baş edebilme biçimi olarak ortaya çıkar.1Bebek, iyi ve kötü memenin ayrı yaşantılar değil de annenin bir parçası olduğunu anlamaya başladıkça, nesneyi bir bütün olarak algıladığı bir sürece girer. Bu aynı zamanda, bebeği hayal kırıklığına uğratan, ihmal eden, çaresizlik duygusu doğuranın da aynı anne olduğunun anlaşılmasını sağlar. Böylece bebeğin zihninde, anne nefret dolu fantazilerle yok edilir. Ancak bu yok edişle beraber anne şükran duyduğu, koruyucu ve besleyici yanını da kaybeder. Sevgi nesnelerine verdiği bu hasarın ortaya çıkardığı yoğun korku, suçluluk ve pişmanlık yoğun bir depresif kaygıya, Klein’ın depresif konum dediği sürece denk gelir. Depresif kaygının acısına verilen tepkilerden biri ise manik savunmadır. Bu durumda sevilen nesnenin biricikliği ve ona olan bağımlılık sihirli bir biçimde inkar edilir. Ona kimin ihtiyacı vardır ki zaten! Klein büyük kayıp, terk edilme ve reddedilme dönemlerinde manik savunmaya veya paranoid-şizoid konumun bölme savunmasına başvurarak güvenli bir sığınağa kaçmanın kaçınılmaz olduğunu belirtir.2 


Bu kuram ışığında Zefir ve inek Nergis ilişkisine yakından bakalım. Zefir’in her gece Nergis’in sütünü içerek uyumasından destekle, Zefir’in Nergis’le kurduğu ilişkinin yer yer anne-bebek, Ay-Zefir ikilisi arasındaki ilişkinin alt metni olarak okunabilmesi mümkün gözüküyor. Onu besleyen, özellikle de sütüyle besleyen bir kaynak olarak Nergis’in Kleincı anlamda Zefir için “iyi meme”yi temsil ettiği söylenebilir. Ancak Nergis’in kendisine ait bir yavrusu olması, sütün öncelikli olarak danaya ait olması ve onu paylaşmak zorunda olması, Zefir’e zulmeden “kötü meme”nin yaratımına olanak verir. Zefir’in Nergis’i sağmak istediği sahne, süt dolu memeye sahip olma arzusunun ete kemiğe bürünmüş hali olarak karşımıza çıkar. O sırada danayı – rakibini- sütten ayırma düşüncesi daha baskın gelir ve Zefir haset duygusunun itkisiyle danayı dışarı çıkarmak için büyük bir istekle gönüllü olur. Bir sonraki sahnede Zefir’i iple bir yere bağlanmış dananın peşinde koştururken görürüz. Ancak, danayı inekten ayırmak, Zefir’i besleyen sütün aynı zamanda onun olmadığı, üstelik bir başkasına ait olduğu gerçeğinin verdiği acıyı dindirmeye yetmez. İyi ve kötü memenin ayrı varoluşlar değil de Nergis’in kendisi olduğunu fark eden zihin için bu gerçek, intikam fantazileriyle dolu Zefir’in iç dünyasını tetikleyecek ve Nergis’in sisli bir günde kaybolmasına neden olacaktır. Buraya kadar Zefir’in iç dünyası paranoid- şizoid konumun etkisindedir.  


Nergis’in gidişini, onun temsil ettiği şeyin yani gerçek annenin köye gelişi izler. Annenin ölümü ise Nergis’in gelişinin habercisi olacaktır. Ay ile Nergis’in film boyunca hiç karşılaşmamaları, ikisi arasındaki bu dublörlük ilişkisini ortaya koyması açısından görülebilir. Nergis gittikten sonra – efsanede hepimizin annesi olarak geçen - Havva’nın annesiz kalan danayı biberonla beslemeye çalıştığı sahnede, dananın sütü içmek istemediğine, Havva’nın ise onun başını okşayarak yatıştırma çabasına tanık oluruz. Sonrasında ise Havva, annesinin yolunu gözleyen Zefir’in yanına gider ve bu sefer onun başını okşar. Annesiz kalan dana ile Zefir arasında da  birbirinin yerini tutma ilişkisi vardır. Ay’ın ise, dolaylı da olsa Nergis’le tek ilişkilendiği sahne, Nergis’in sütünün yerine başka bir sütün Ay tarafından Zefir’e getirildiği andır. Her gece dede tarafından hazırlanan süt, bu sefer anne tarafından sunulmuştur. Zefir, aynı dana gibi, sütü beğenmez. Anne, “Nergis’in sütüne alıştın ya, ondandır” diye karşılık verir. Gerçekten Zefir başka bir ineğin sütünü içmek mi istememiştir, yoksa mesele ona sütü gerçek annesinin vermesi midir? Sütü yan anlamlarıyla düşündüğümüzde, Zefir ona sütünü, yani sevgisini, yani koruyuculuğu vermemiş bir annenin “sütünü” kaçınılmaz olarak beğenmeyecektir. Klein, bebeğin sütün fazla yavaş veya en çok istediği anda gelmesinden şikayetçi olabileceğini, daha sonra verildiğinde ise memeden başını kaçırdığını, emmek istemediğini ve gücenme duygusu yaşadığını belirtir3. Annesi uzaktayken  Zefir’in idealize ettiği anne düşlemi, annesine duyduğu sevgi ve nefreti birbirinden ayrı tutabilmesini kolaylaştırmakta, aralarındaki fiziki uzaklık, annesine duyduğu sevginin bozulmadan saklanabileceği hissini beslemektedir. Ay’ın gelip Zefir’in hayatına tüm gerçekliğiyle girmesi ise annesine karşı yıkıcı arzularına yenik düşmesine, hiçbir zaman sahip olamadığı memeyi kötülemesine, annesinin sunduğu sütü beğenmemesine neden olmuştur. Zefir’in bir türlü gelmeyen annesini çok mu özlediği sorularına verdiği “yoo, normal...” cevabı da, istediği zaman elde edememiş olduğu bu iyi nesneye bir tepki, Klein’ın bahsettiği manik savunmanın tezahürüdür. Bella Habib, manik savunma üzerine şunları söyler; 

Nesne üzerinde kurulan kontrol, nesnenin önemini inkâr etme, hatta onu aşağılama, ona karşı üstün gelme, galip gelme gibi zafer duygularının tümü kişinin kendi ruhsal gerçekliğinin inkârını ayakta tutmak için kurulan mekanizmalardır. Nesneye olan sonsuz ihtiyacı, küçük düşme ve önemsizlik duygularını aşırı karşılamak üzerine kurulan bu düzenekte, kayıp ve yas çalışması zulmedicilere teslim olma anlamını taşıdığından manik hasta tarafından şiddetle reddedilir. O hiçbir şey kaybetmemiştir, kaybedenler onun rakipleri, düşmanlarıdır.4 


Zefir’in Nergis’le olan ilişkisinin yanı sıra, aile dışındaki bir figür olarak Memo ile olan ilişkisine de değinmek gerekiyor. Memo filmin başından beri küçük kıza ilgisi olan ama her seferinde Zefir tarafından görmezlikten gelinen, küçümsenen ve terslenen bir role sahiptir. Daha önce Bowlby’nin düşüncelerine yer verirken, erken anne-çocuk yaşantısındaki bağlanma ilişkisinin niteliğinin yakın ilişkilerin temelini oluşturduğunu söylemiştik. Yine Klein da, anne-bebek arasındaki ilk yaşantıların çocuğu tatmin etmemesi halinde, çocuğun insanlara sevgi ve güven duyguları besleme, onlara karşı umut dolu bir tutum geliştirme yetisinin zarar göreceğinden bahseder.5 Zefir’in Memo ile yakınlaşma düşüncesinden korkusu ve ondan kaçışı bahsedilen bu süreçlerin ürünüdür. 


Klein’ın kuramındaki en önemli kavramlardan biri de haset duygusudur. Klein’a göre, “haset, arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur; hasetli itki, o istenen şeyi sahibinden çekip almaya ya da bozmaya, kirletmeye yönelir”.6 Haset duyulan ilk nesne memedir. Daha önce de söz edildiği gibi, bebeğin iyi memeyi boşaltmaya, kurutuncaya kadar emip tüketme ve yerine kötülük koyma arzusu haset duygusunun ürünüdür. Haset, arzulanan varlığı bozmaya varan yönüyle, açgözlülükten ve kıskançlıktan ayrılan bir tepkidir. Haset duyan bebek, ona bu kadar haz veren bir varlığın kendi dışında, denetimi dışında olmasına katlanamaz ve bölme sürecini yıkarak sevginin en saf kaynağını yok eder.   


Filmdeki başat temalardan biri olan haset, varlığını kahramanın adına içkin bir şekilde taşımaktadır. Yunan mitolojisinde Zefir, batı rüzgar tanrısı olarak geçer. Onunla ilgili anlatılan en ünlü mitosa göre, Zefir  Hyakinthos’a aşıktır ve onu, kendisi gibi Hyakinthos’a aşık olan Apollon’dan kıskanmaktadır. Bir gün Apollo Hyakinthos’a disk atmayı öğretmektedir. Zefir onları görüp kıskanır ve öfkelenir. Şiddetli bir rüzgar çıkarır ve disk savrularak Hyakinthos’un başına saplanır ve onu öldürür. Filmin başında da, Zefir korkulu bir rüyadan uyanıp anneannesine rüyasında annesini gördüğünü anlatır. Rüyasında annesinin elinde kafası maymun, gövdesi domuz, canavar biçiminde bir yaratık vardır ve annesi Zefir’e bu canavarın onun kardeşi olduğunu söyler. Anneyle bir olma arzusundaki çocuk için, anneyi paylaşmanın dehşeti diğer kardeşlerin, yani -mitostaki gibi- rakiplerin varlığında somutlaşmıştır. Nitekim çok belirtilmese de hikaye içinde Ay’ın belki bir sivil toplum kuruluşunda çalıştığını ve dünyadaki yardım bekleyen çocuklarla ilgilendiğini düşünürüz. Filmin sonunda  Zefir’in, annesinin çantasında bulduğu fotoğraflarda farklı çocuk yüzleriyle dolu fotoğrafların içinde, onlardan biri olarak kendi fotoğraflarını da görmesi, bizleri hasetin kaynağına götürerek, rakiplerle dolu korkulu rüyalarına kanıt oluşturur. Hikayenin trajik sonu da, hem haset kuramını hem  mitosu doğrular. 



Buraya kadar bahsedildiği üzere, insan doğasında hem sevgi hem nefret, hem libido hem saldırganlık iç içe bulunur. Zefir’de gözlerimizin önüne serilen hikaye, masumiyet ambalajıyla anlatılan çocukluk yıllarının pembe dünyasına karşın, insanın içindeki saldırganlık, yıkıcı ve bozucu dürtülerin varlığını ortaya koymaktır. Film sonrası anneyi suçlayıcı, annenin kötü bir anne olduğuna dair yorumlarla ilgili olarak, Belma Baş da verdiği bir röportajda “Filme verilen tepkilerde hâlâ bir masum çocuk, kutsal anne algısı hakim... Aslında ben bu çocuk nasıl hâlâ masum olarak algılanabiliyor, şaşırıyorum. Çocuk ne yapsa, masumiyet tanımı içinde görülüyor.”7 cümleleriyle aynı masumiyet klişesinden yakınır. İnsanın içindeki kadim kötülüğü, iç mekanları hep karanlık çekerek vermeye çalışan yönetmen aynı röportajında “Zefir’i doğadaki zehirli, kırmızı şapkalı mantara benzetiyorum. O mantar kötü olduğu için zehirli değil, zehirli olduğu için zehirli, doğasında var” diyerek bu duruma dikkat çeker. Bu kırmızı şapkalı zehirli mantar meselesi, Zefir’in film boyunca üzerine giydiği kırmızı kıyafetle de sembolleşir. Zefir, uzaktan annesine benzettiği ve büyük bir heyecanla yanına koştuğu yabancının annesi olmadığını gördüğü sahnede, yaşadığı hayal kırıklığıyla annesine karşı duyduğu bu kırmızı nefreti genç kadına yansıtır; öyle ki anneannesinin yaptığı böreği yemesi için yabancıya götürmez, belki de böylelikle tıpkı annesine karşı olduğu gibi, bir yanıyla ölmesini arzular. Ne zaman ki annesi köye gelir, kırmızı kıyafetin çıktığına, bir anlamda içindeki sevgi ve nefret çatışmasının bittiğine, yerini zihnindeki anneye, iyi nesneye, iyi memeye sahip olmanın verdiği hazza bıraktığına şahit oluruz. Memo’nun da açıkça söylediği gibi “Zefir kötüdür”. Zefir’in doğasındaki, ya da insan doğasındaki kötülük, film boyunca farklı metaforlar üzerinden anlatılır. Bunun en açık örneği ise şenlik günü,  köyün çocukları iyiliği temsil eden masal karakterinin kostümlerini giyebilmek için birbirleriyle yarışırken Zefir’i bir canavar başlığını giyinmiş halde, bir sonraki sahnede ise  sinemanın en korkunç seri katil tiplemelerinden biri olan Elm Sokağı Kabusu’nun Freddy Krueger’ı kılığında görmemizdir. İç dünyamızda görmezden geldiğimiz saldırganlık ve ölüm dürtüleri ile kendimizi inandırmaya çalıştığımız masumiyet ve iyilik anlatısı ise Zefir’in çikolatalı, karamelli veya şirinler evi olduğunu söylediği zehirli mantarlarla somutlaşır. Dedesinin topladığı beyaz, zehirli olmayan mantarlara tekme attığı sahne ise yoruma açıktır. Klein’ın bakış açısından okuyalım; 


Doğa onlar için, vermekte gönülsüz, emek isteyen anneyi temsil eder; verecekleri ondan ancak güç kullanarak alınabilir; bu şekilde, erken dönemdeki şiddet içerikli düşlemler tekrar edilir ve eyleme dökülür. Kişi annesine yönelik saldırgan itkileri yüzünden bilinçdışında suçluluk duymakta, annesinin ona acımasızca davranmasını beklemektedir ( ve bilinçdışında, şimdi de doğayla ilişkisinde bunu beklemektedir.) Bu suçluluk duygusu, onun onarım yapmak üzere harekete geçmesini sağlar.8 


Doğayı koruma mücadelesinin, düşlemde zarar verilen anneyi onarma isteğiyle bu ilişkisi,  Zefir’in durumunda tam tersine dönmüştür. Zefir, zehirli mantarlara sempatik isimler takarken, yararlı mantarlara zarar vermektedir. Buradan, Zefir’in güçlü haset duygusuyla nesnenin iyi yönünü bozduğu düşüncesine geri dönmek mümkündür. 


Diğer yandan film boyunca, doğa bizlere, insan doğasının eylemlerine eşlik eden bir arka plan sunmaya devam eder. Anneanne ve dedenin bostanla uğraştığı sahnede, Zefir’in annesinin gidişinden nasıl etkileneceği konuşulurken, içi çürümüş bir kabağın laf arasına girdiğini duyarız. Filmin sonunda,  Zefir ve Ay’ın kayada oturdukları sahnede görmediğimiz bir yerlerden gelen ağaç kesme sesi ise ikisi arasındaki sessizliği adeta doldurur. Daha önce köylülerin ormandaki balta seslerinin nereden geldiğini sordukları Memo, seslerin Yankı Kayası’ndan geldiğini söylemiştir. Sesler aslında Zefir’in iç dünyasının yankısıdır, annenin gitmesi gerektiğini söylemesiyle de, filmin başında kesilmeye başladığını duyduğumuz ağaç sonunda gürültüyle devrilir ve  Zefir annesini uçurumdan aşağı iter. 


Öncesinde ise Zefir annesinin peşinden gitmek için çantasını toplar. Yanına aldıkları içinde, üstünde pusulası da olan, uzakları yakına getiren(!) bir dürbün ve kime ait olduğunu bilmediğimiz bir saç örgüsü vardır. Bu saç örgüsü, Turgut Uyar’ın “Anneler Kaçar Gibidir” şiirinin dizelerinden çıkmış gibidir; “söyle ben saçlarımı kestirirsem ne olur / bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur”. Daha önce odasında havuç yiyen oyuncak bir tavşan da gördüğümüz Zefir, zemindeki gizli geçidi açarak içine girer ve evden gizlice kaçarak, annesinin peşine takılır. Tavşan ve yerdeki delik sembolleri bize adeta Alice Harikalar Diyarında hikayesini anımsatır. Alice’in içine düştüğü tavşan deliğinin anlamı ve Harikalar Diyarı hakkında şu ana kadar bir çok teori öne sürülmüştür. Tavşan deliğinin Lacancı anlamda gelişim basamaklarına yolculuk etmek zorunda olan bilinçdışı olduğu, nihai olgunlaşmaya giden bir basamağı temsil ettiği veya kadınlığın bir eleştirisi olduğu ve tünelin karanlığının kadının bozuk ruh sağlığına gönderme yaptığı yapılan yorumlardan bazılarıdır.9 Zefir için ise, Freudyan terminolojiyle konuşursak, gizli geçit en ilkel haliyle saldırganlık ve cinsellik dürtüleriyle hareket eden idin bulunduğu, ifade edilememiş ve bastırılmış arzu ve korkuların alanı olan bilinçdışına açılan kapıdır. Haz ilkesine göre hareket eden ve mantık öncesi bir yapı olan id, yalnızca anında doyum arar, bu anlamıyla “bencildir”. Alice’in beyaz tavşanın peşinden gitmesi gibi, Zefir de Ay’ın peşine takılır. Rehberlik eden, yönlendiren bir figür olarak beyaz tavşan, idin itkilerini denetim altında tutan, bu itkilerin hayatın zorlu koşullarına uyum sağlamasını sağlayan, gerçeklik ilkesine göre hareket eden, idin talepleri ve gerçekliğin talepleri arasında rol oynayan egoyu temsil eder. Zefir’in bilinçdışında anneyle bir olma, ana rahminin güvenli sığınağına geri dönme arzusuna karşı Ay, “başka yolu yok, gitmem gerek” sözleriyle, küçük kızı gerçekliğin soğuk duvarına çarpar. İhtiyacının doyurulmayacağı gerçeği, Zefir’in içindeki çatışmada saldırganlık dürtüsüne boyun eğmesiyle sonuçlanır. Annesini uçurumdan atan Zefir, ona doğru koşarken yine kötücül kırmızı mantarların yanından geçer. Annesini özenle gömen Zefir’in yüzünde pişmanlık ve korku ifadesi ararız ancak gayet soğukkanlıdır. Bunun nedeni olarak, gömme işleminin, eylemce de akrabası olan, bastırma savunma mekanizmasının dışa vurumu oluşu düşünülebilir Bastırmanın esası, unutma ve bilmezlik olarak açıklanabilir. Bastırma, ebeveynini yok etme ve ötekine tek başına sahip olma arzusu gibi, çocukların gelişimsel olarak normal ama gerçekleşmesi mümkün olmayan istekleriyle baş etme duygusu olarak da açıklanmaktadır.10 Zefir için, arzusu artık ete kemiğe bürünmüş bir şekilde karşısında durmaktadır. Annesinin mezarı başında oturup yediği ısırganlı börek gibi, acısı alınmış bir ruh hali içindedir. 


Filmin temasının ölüm olduğu çok yerde söylenmişse de aslında açık anlamıyla Zefir’den bahsederken, küçük bir kızın ölümü kavradığı bir film olarak bahsetmek yetersiz kalacak hatta yanlış olacaktır. Bunun nedeni, filmde ölüm meselesinin yok olmakla, terk etmekle ilgili değil, kavuşmakla, bir olmakla ilgili olmasındandır. Zefir dedesine “sen nereye gömüleceksin?” diye sorar ve kendisinin annesiyle yan yana gömüleceğini söyler. Ölüm, Zefir için annesiyle beraber kalmanın bir yoludur. Filmin sonunda, Zefir annesini öldürür, onu gömer ve üzerinde belli belirsiz bir gülümsemeyle yatar. Bu tam bir kavuşma törenidir. Zefir annesini öldürerek terk edilme kaygısından da kurtulmuş olur. Zefir’in kekik toplamaya bahçeye çıktığı sahnede ölmüş iki kertenkeleyle karşılaştığını ve dedesinden öğrendiği yöntemle onları gömdüğünü görürüz. Filmin sonunda ise bir kertenkele bu sefer tek başına annenin mezarı üzerinde dolaşmaktadır. Bu benzerliğin bir tesadüf olamayacağından yola çıkarak, annenin bırakıp gitme kaygısının, terk edilmenin iki kişinin ölümüne yol açacağı, ancak gerçek bir ölümün diğerini yaşatacağı yorumu yapılabilir. Çünkü ayrılık, sevilen kişinin varken ulaşılamaması, aslında varken yok olması demektir ve bu ambivalansa katlanmak, onun ölümüne katlanmaktan daha zordur.  

 

Ay’ın Karanlık Yüzü 

                       Annecik terkedip gitmek istiyordu

Şarkının başını unutmak istiyordu  

Terkedemezdi unutamazdı  

Biliyordu”

Gülten Akın 


Filmden sonra, izleyenlerin Zefir’in annesi Ay’la ilgili yaptığı “Bir anne çocuğunu bırakıp nasıl gidebilir?” şeklindeki itirazlar, anneliğin sorgulanmasını da beraberinde getirdi. İzlediğimiz hikayeden Ay’la ilgili çok sınırlı bilgiler elde edinebildiğimiz için, bu soruya tatmin edici bir cevap verebilmek hayli zor. Ancak annesi ve babası ile kurduğu ilişkiden, Ay’ın iç dünyasına dair tahminlerde bulunabiliyoruz. 


Bu ilişkileri görebildiğimiz birkaç kareden en önemlisinin Ay’ın  babasıyla yürüyüşe çıktığı sahne olduğu söylenebilir. Bu sahnede Ay’ın elinde tuttuğu uzun sopa, fallik bir obje olmasıyla, bizi kız çocuk ve babası arasındaki kadim ödipal çatışmanın izlerini sürmeye davet eder. Babasından duyduğumuz kadarıyla,  Ay’ın asi bir çocuk olduğu bilgisinin yanı sıra, ormanda annesinin göğsünde yatarken “sen ormanın bağrını her zaman bize tercih ettin baba” cümlesinden Ay’ın babasına duyduğu ödipal arzunun bir yara haline geldiğini anlıyoruz. Freud, kız çocuğun penisi olmadığını farkettiği anda bir aşağılık duygusu yaşadığını ve bu yokluk için anneyi suçladığını belirtir. Kız çocuk daha önce babasına duyduğu arzu yüzünden, suçluluk duymaktadır ve penisinin bu yüzden kesildiğini düşünür.  Tepedeki kayalıkların üzerinde yan yana oturan Ay ve babasını izlediğimiz sahnede, Ay’ın elinde penisi anımsatan bir sopa, babasının elinde ise doğrudan penisin kesilmesi/ iğdiş edilme kompleksi ile bağlantılı olan bir balta vardır. Psikanalitik anlamda kız çocuğun penis kıskançlığını tasvir eden bu sahneden yola çıkarak, Ay’ın kendisindeki penis eksikliğini, toplumsal olarak kadınlıkla örtüşmeyen davranışlar sergileyerek, bağımsız bir kadın olmaya çalışarak, “erkeklerin alanı”na dahil olmasıyla telafi ettiği düşünülebilir. Bu düşünce Ay’ın maskülen giyim tarzını da, geleneksel annelik sınırlarının dışına çıkışını da açıklar. 


Başka bir açıdan, Klein’a göre, bazı anneler düşlemlerinde kendi annelerinin yerini almak istedikleri için fazlasıyla suçluluk duyarlar, bu yüzden çocuk sahibi olmayı sevip bundan keyif alamazlar. Bu tip kadınların, çocuklarını bakıcılara veya başka kişilere bıraktığını söyleyen Klein, çocuğun emanet edildiği bu kişilerin bilinçdışında kadının kendi annesini temsil ettiğini düşünür. Ondan almayı istediği çocuklarını şimdi böylelikle geri vermektedir.11 Ay da Zefir’i daha önceki gidişlerinde başka kişilere bırakmıştır, son olarak ise bundan sonra anneannesi ve dedesinde kalmasını ister. Böylelikle ödipal dönemde annesine karşı duyduğu nefret hislerini, kendi çocuğunu ona vererek bir onarma girişiminde bulunur. 


Ay’ın geçmişinde çok sevdiği, bağlandığı biri tarafından – belki babasıyla ya da kocasıyla ilişkisinde- bir şekilde terk edildiği, aldatılmış hissettiği, bu yüzden şimdi aynı şeyin tekrar yaşanacağı korkusuyla Zefir’e bağlanmaktan kaçındığı söylenebilir. Ay, belki de Zefir tarafından yüz üstü bırakılmak, terk edilmek korkusuyla hayatını sadece Zefir’e adamaktansa, farklı yerlerde yaşayan birçok çocuğa sevgisini verir ve istediği zaman yine kendisi terk eder. Böylelikle çok sevdiği nesnenin, biricik ve vazgeçilmez olmadığını kendine kanıtlar. Anna Freud tarafından ortaya konulan saldırganla özdeşim savunmasının burada işlediğini düşünmek mümkün. Saldırganla özdeşim, kaygı uyandıran dışsal nesnelere karşı kişinin kendini koruma yollarından biridir. Daha güçlü olan tarafından zarara uğrayan birinin, onunla özdeşim kurarak tekrar kurban olmaktan kurtulduğunu düşündüğü ve kendini zayıfların değil güçlülerin safında algıladığı bu durum, yok edilme korkusu ve zayıflık hislerinin gizlenmesini sağlar. Daha önce sevdiği bir nesneden kopmak zorunda bırakılmış Ay’ın tekrar aynı durumu yaşamamak için bu sefer terk eden olması böylesi bir savunmanın tezahürü olabilir. Filmde Niyazi Koyuncu’nun sesinden dinlediğimiz Kazım Koyuncu şarkısı, kolayca Ay’ın bağımsızlık arzusuna yorumlanabilir. Ancak sözlere dikkat edildiğinde, bu tekrar kurban olmama meselesinin izlerini de görebilmek mümkündür; ışık hızıyla geçen zamanı/yaşamak belki de çok zor/ korkuyorum ben geçmişten/ korkuyorum gelecekten... 

Şimdilik kaynağını tam olarak bilemediğimiz bu korku, Ay’ın Zefir’e “tam” bir anne olmasını da engellemiştir. Öyle ki, kahvaltı masasında, öylesine bir konuymuş gibi uzaklara gideceğinden bahsettiği gece gökyüzünde yarım ayın varlığına şahit oluruz. Bu yarımlık, yarısını orada bırakmak, yarım annelik, anne-kız ilişkisindeki tamamlanmamışlığın ifadesidir. Diğer yandan filmin geçtiği mekanın yayla olması, yani göçebe bir yaşantıya ev sahipliği yapması, filmdeki köksüzlüğü ve aidiyet duygusunun eksikliğini taşımasıyla da bu yarımlığı pekiştirir. Aynı yayla yaşantısı gibi, Ay da aidiyet duygusunun eksikliğini taşır. Görünüş olarak köye ondan önce fotoğraf çekmeye gelen yabancı kadından farksızdır. Orada kalıcı olmayacağını ilk andan itibaren hissettirir.  Annesine çam sakızının her ağaçta olup olmadığını sorması bir yandan bu yabancılığın tezahürüyken, diğer yandan her annenin çocuğuyla sakızla ağaç arasındaki bağı kuramayacağını anlatır. 


Şenlik gecesi, komedyen, ölümün, terk edilmenin mizahını yaptığı sırada, “nasıl bıraktın bizi burada?” sorusunun cevapsızlığından bahseder. Ay’ın bakışlarını çevirip Zefir’e üzüntü ve kaygıyla karışık bakışlarını tuttuğunu görürüz. Zefir, Ay’ın bağımsızlık arzularıyla dolu hayatının içine dahil olmuş, davetsiz bir misafir gibidir. Ay’ın gerçekleştirmek istediği hedefler önünde bir engel olarak durmaktadır. Ay kayanın üzerinde tek başına uzanırken, Zefir’i uzakta “zehirli” kırmızı kıyafeti içerisinde görmesi, Zefir’in onun hayatındaki bozucu işlevini simgeler. Nergis’in danasını emzirdiği sahnede, yavrusuna sürekli tekme atması gibi, Ay da Zefir’e bağlanmaktan bir şekilde rahatsızdır ve Zefir’i anne-babasına bırakmayı tek çıkış olarak görmektedir. Ancak çobanın söylediği türkü Zefir’in dilinden dökülüyor gibidir; Lokman hekim gelse yaram azdırır/yaramı sarmaya yar kendi gelsin. 


Sonuç olarak, Zefir, çocukluğun iç dünyasındaki sonsuz sevgi ve nefret çatışmasını, toplumsal olarak kabul gören masumiyet söylemini yıkan kötülüğünü ortaya koyarken, anneliğin kutsallığı söylemini eleştiriye tutarak başarılı bir yapım örneği teşkil eder. İnsan doğasındaki saldırganlığı, doğanın kendisi eşliğinde anlatan film, içerdiği alegorik anlatımla da psikanalitik okumaları olanaklı kılmaktadır. Ay’ın hikayesiyle ilgili eksik kalsak da, bir yanıyla Zefir’i bırakmak istemediğini biliriz. Ancak onu gitmeye mecbur bırakanın geçmişte yaşadığı bir travmanın yeniden yaşanacağına dair korkusu olduğu söylenebilir. Bu boynunda melek kolyesi taşıyan yalnız kadının, kızına karşı sevgiden yoksun ve kötü bir anne  olduğunu söylemek yerine neyden kaçıyor olabileceğini düşünmek, Ay’ın sırrını vermeyen iç dünyasına yolculuk etme yolunda ışık tutucu bir soru olacaktır.  

 

 



19 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


bottom of page